“İğreti Oldum” Ne Demek? Günlük Dilden Psikolojik Derinliğe Bir Analiz
Bir gün bir arkadaşım bana dönüp “Bu ortamda biraz iğreti oldum” dediğinde önce anlamı üzerine fazla düşünmeden “Yani rahatsız mı oldun?” diye sordum. O da “Rahatsız değil aslında, ama sanki bana ait değilim gibi hissettim” dedi. İşte o an, bu ifadenin sandığımdan çok daha derin bir şey anlattığını fark ettim. Çünkü “iğreti olmak” sadece fiziksel bir rahatsızlık değil, aynı zamanda kimliğin, aidiyetin ve konfor alanının sorgulandığı bir içsel hâli temsil ediyor. Bu yazıda, bu ifadeyi dil, kültür, psikoloji ve toplumsal cinsiyet bağlamlarında eleştirel biçimde inceleyelim.
Köken ve Anlam: “İğreti” Kelimesinin Dilsel Katmanları
Türk Dil Kurumu’na göre “iğreti” kelimesi, “geçici, emanet, kalıcı olmayan” anlamlarına gelir. Eski Türkçede “geçici süreyle verilen şey” anlamında kullanılırdı. Dolayısıyla “iğreti olmak” deyimi, bir ortamda ya da durumda kalıcı hissetmemek, geçici veya ait olmayan bir pozisyonda bulunmak anlamına gelir.
Bu açıdan bakıldığında, “iğreti olmak” yalnızca fiziksel bir huzursuzluğu değil, duygusal ve sosyal bir yabancılığı da ifade eder. Biri “iğreti oldum” dediğinde aslında “kendim gibi hissedemedim, sanki oraya ait değilim” demek istiyordur. Bu, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde güçlü bir gözlem içerir.
Psikolojik Açıdan: Aidiyet, Uyum ve Kimlik Gerilimi
Modern psikolojiye göre “iğreti olmak” duygusu, aidiyet hissinin zayıflamasıyla ilişkilidir. Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde “ait olma” gereksinimi, temel insan ihtiyaçlarından biridir. İnsan, bulunduğu çevrede onaylanmak, kabul görmek ister. Bu ihtiyaç karşılanmadığında, kişi hem duygusal hem davranışsal olarak “iğreti” hisseder.
Örneğin, yeni bir iş yerine başlayan biri, kültürel dinamiklere alışamadığında “iğreti oldum” diyebilir. Bu his, genellikle toplumsal rollerin belirsiz olduğu, kimliğin onaylanmadığı veya dışlanma riskinin hissedildiği durumlarda ortaya çıkar.
Erkeklerin Stratejik Yaklaşımı: “Uymak mı, Dönüştürmek mi?”
Forumlarda bu konuyu tartışırken genellikle erkek katılımcıların daha stratejik ve çözüm odaklı yaklaştığını gözlemliyorum. Onlar için “iğreti olmak” bir duygudan çok, çözülmesi gereken bir duruma dönüşüyor. Örneğin biri şöyle yazmıştı:
> “Yeni işe başladığımda ortam bana yabancıydı ama zamanla düzeni çözünce his geçiyor. İğreti olmamak, sistemi anlamaktan geçiyor.”
Bu yaklaşım, uyum sağlama stratejisi üzerine kurulu. Erkek katılımcılar genellikle “durumu değiştirmek” veya “kurallara adapte olmak” üzerine düşünürler. Bu, belki de toplumun erkeklere yüklediği “çözüm üretici” rolün yansımasıdır. Ancak bu yaklaşımın zayıf noktası, duygusal boyutu göz ardı etmesidir. “İğreti olma” hissi, sadece dış koşulların değil, içsel uyumun da ürünüdür.
Kadınların Empatik Yaklaşımı: “Ortam Değil, Enerji Uymadı”
Kadın katılımcılar ise genellikle “iğreti olmak” ifadesini ilişkisel ve duygusal bağlamda değerlendirir. Onlara göre mesele, sadece ortamın değil, enerjinin uyuşmamasıdır. Bir forum üyesi şöyle yazmıştı:
> “Bazı insanlarla aynı masada otururum ama sanki sesim yankı yapar. Kimse kötü değildir ama ben orada iğreti olurum.”
Bu empatik yaklaşım, duygusal sezgiyi öne çıkarır. Kadınlar genellikle “ortamı dönüştürmekten” ziyade, “kendini anlamayı” ve “hissettiği uyumsuzluğu tanımlamayı” tercih eder. Bu yaklaşımın gücü, kendilik farkındalığını artırmasıdır. Ancak bazen aşırı empati, dışsal sebepleri kişisel yük haline getirme riskini taşır.
Kültürel Perspektif: “İğreti” Toplumun Aynası mı?
Toplumsal düzeyde baktığımızda, “iğreti olmak” ifadesi aslında kültürel geçiş dönemlerinin aynasıdır. Göç, şehirleşme, ekonomik dönüşüm gibi süreçler insanların aidiyet hissini sürekli sınar. Anadolu’da hâlâ sıkça duyulan “iğreti durmak” ifadesi, bir yere ait olmadan, orada geçici bulunma halini tanımlar.
Bu noktada şu soruyu sormak gerek: “Modern insan, sürekli iğreti bir hayat mı yaşıyor?”
Sosyal medya çağında herkes birbiriyle bağlantıda ama kimse tam olarak bir yere ait değil. Bu da psikolojik bir “toplumsal iğretilik” yaratıyor. Herkes görünür ama kimse köklenemiyor.
Felsefi Yorum: Kalıcılığın Geçiciliği
Varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre, insanın “kendine ve çevresine yabancılaşmasından” bahseder. Aslında “iğreti olmak” tam da bu yabancılaşmanın gündelik dildeki karşılığıdır. Bu hissi sadece bir ortamda değil, bazen kendi hayatında bile yaşayabilir insan.
Bir kariyer hedefi, bir ilişki, hatta bir şehir bile bazen “iğreti” gelebilir. Çünkü öz benlikle dış koşullar arasındaki denge bozulmuştur.
Belki de “iğreti olmak”, insanın değişime karşı doğal direncidir. Çünkü “ait olma” arzusu, güvenli bir zemine ihtiyaç duyar; o zemin kaydığında, kişi kendini geçici hisseder.
Tartışmayı Derinleştiren Sorular
- “İğreti olmak” bir zayıflık mı, yoksa farkındalık göstergesi mi?
- Aidiyet hissetmediğimiz yerden kaçmalı mıyız, yoksa orada kalıp kendimizi mi dönüştürmeliyiz?
- Modern dünyada herkes biraz iğreti değil mi artık?
- Bir ortamda iğreti olmayı fark etmek, aslında kim olduğumuzu anlamanın bir yolu olabilir mi?
Sonuç: İğretilik Bir Uyarı, Yabancılık Değil
“İğreti oldum” demek, aslında içsel bir alarmdır. Kişi, kendine “burada olmam gerektiğinden emin miyim?” diye soruyordur. Bu yönüyle iğreti hissetmek, duygusal bir rehberlik mekanizması gibidir; doğru yerde, doğru insanlarla, doğru zamanda olup olmadığımızı sorgulatır.
Erkeklerin stratejik çözüm arayışı, kadınların empatik sezgisiyle birleştiğinde, bu his ne bastırılır ne romantize edilir. Aksine, dengeli biçimde anlaşılır. Çünkü bazen iğreti olmak, gerçekten ait olduğun yere giden ilk adımdır.
Kaynaklar:
- Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük, 2024.
- Maslow, A. H. (1943). A Theory of Human Motivation. Psychological Review.
- Sartre, J. P. (1943). Being and Nothingness.
- Kaya, F. (2022). Türkçe’de Deyimlerin Sosyopsikolojik Analizi. Ankara Üniversitesi Yayınları.
- Erdem, N. (2021). Aidiyet Duygusu ve Modern Yabancılaşma. İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Dergisi.
Bir gün bir arkadaşım bana dönüp “Bu ortamda biraz iğreti oldum” dediğinde önce anlamı üzerine fazla düşünmeden “Yani rahatsız mı oldun?” diye sordum. O da “Rahatsız değil aslında, ama sanki bana ait değilim gibi hissettim” dedi. İşte o an, bu ifadenin sandığımdan çok daha derin bir şey anlattığını fark ettim. Çünkü “iğreti olmak” sadece fiziksel bir rahatsızlık değil, aynı zamanda kimliğin, aidiyetin ve konfor alanının sorgulandığı bir içsel hâli temsil ediyor. Bu yazıda, bu ifadeyi dil, kültür, psikoloji ve toplumsal cinsiyet bağlamlarında eleştirel biçimde inceleyelim.
Köken ve Anlam: “İğreti” Kelimesinin Dilsel Katmanları
Türk Dil Kurumu’na göre “iğreti” kelimesi, “geçici, emanet, kalıcı olmayan” anlamlarına gelir. Eski Türkçede “geçici süreyle verilen şey” anlamında kullanılırdı. Dolayısıyla “iğreti olmak” deyimi, bir ortamda ya da durumda kalıcı hissetmemek, geçici veya ait olmayan bir pozisyonda bulunmak anlamına gelir.
Bu açıdan bakıldığında, “iğreti olmak” yalnızca fiziksel bir huzursuzluğu değil, duygusal ve sosyal bir yabancılığı da ifade eder. Biri “iğreti oldum” dediğinde aslında “kendim gibi hissedemedim, sanki oraya ait değilim” demek istiyordur. Bu, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde güçlü bir gözlem içerir.
Psikolojik Açıdan: Aidiyet, Uyum ve Kimlik Gerilimi
Modern psikolojiye göre “iğreti olmak” duygusu, aidiyet hissinin zayıflamasıyla ilişkilidir. Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde “ait olma” gereksinimi, temel insan ihtiyaçlarından biridir. İnsan, bulunduğu çevrede onaylanmak, kabul görmek ister. Bu ihtiyaç karşılanmadığında, kişi hem duygusal hem davranışsal olarak “iğreti” hisseder.
Örneğin, yeni bir iş yerine başlayan biri, kültürel dinamiklere alışamadığında “iğreti oldum” diyebilir. Bu his, genellikle toplumsal rollerin belirsiz olduğu, kimliğin onaylanmadığı veya dışlanma riskinin hissedildiği durumlarda ortaya çıkar.
Erkeklerin Stratejik Yaklaşımı: “Uymak mı, Dönüştürmek mi?”
Forumlarda bu konuyu tartışırken genellikle erkek katılımcıların daha stratejik ve çözüm odaklı yaklaştığını gözlemliyorum. Onlar için “iğreti olmak” bir duygudan çok, çözülmesi gereken bir duruma dönüşüyor. Örneğin biri şöyle yazmıştı:
> “Yeni işe başladığımda ortam bana yabancıydı ama zamanla düzeni çözünce his geçiyor. İğreti olmamak, sistemi anlamaktan geçiyor.”
Bu yaklaşım, uyum sağlama stratejisi üzerine kurulu. Erkek katılımcılar genellikle “durumu değiştirmek” veya “kurallara adapte olmak” üzerine düşünürler. Bu, belki de toplumun erkeklere yüklediği “çözüm üretici” rolün yansımasıdır. Ancak bu yaklaşımın zayıf noktası, duygusal boyutu göz ardı etmesidir. “İğreti olma” hissi, sadece dış koşulların değil, içsel uyumun da ürünüdür.
Kadınların Empatik Yaklaşımı: “Ortam Değil, Enerji Uymadı”
Kadın katılımcılar ise genellikle “iğreti olmak” ifadesini ilişkisel ve duygusal bağlamda değerlendirir. Onlara göre mesele, sadece ortamın değil, enerjinin uyuşmamasıdır. Bir forum üyesi şöyle yazmıştı:
> “Bazı insanlarla aynı masada otururum ama sanki sesim yankı yapar. Kimse kötü değildir ama ben orada iğreti olurum.”
Bu empatik yaklaşım, duygusal sezgiyi öne çıkarır. Kadınlar genellikle “ortamı dönüştürmekten” ziyade, “kendini anlamayı” ve “hissettiği uyumsuzluğu tanımlamayı” tercih eder. Bu yaklaşımın gücü, kendilik farkındalığını artırmasıdır. Ancak bazen aşırı empati, dışsal sebepleri kişisel yük haline getirme riskini taşır.
Kültürel Perspektif: “İğreti” Toplumun Aynası mı?
Toplumsal düzeyde baktığımızda, “iğreti olmak” ifadesi aslında kültürel geçiş dönemlerinin aynasıdır. Göç, şehirleşme, ekonomik dönüşüm gibi süreçler insanların aidiyet hissini sürekli sınar. Anadolu’da hâlâ sıkça duyulan “iğreti durmak” ifadesi, bir yere ait olmadan, orada geçici bulunma halini tanımlar.
Bu noktada şu soruyu sormak gerek: “Modern insan, sürekli iğreti bir hayat mı yaşıyor?”
Sosyal medya çağında herkes birbiriyle bağlantıda ama kimse tam olarak bir yere ait değil. Bu da psikolojik bir “toplumsal iğretilik” yaratıyor. Herkes görünür ama kimse köklenemiyor.
Felsefi Yorum: Kalıcılığın Geçiciliği
Varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre, insanın “kendine ve çevresine yabancılaşmasından” bahseder. Aslında “iğreti olmak” tam da bu yabancılaşmanın gündelik dildeki karşılığıdır. Bu hissi sadece bir ortamda değil, bazen kendi hayatında bile yaşayabilir insan.
Bir kariyer hedefi, bir ilişki, hatta bir şehir bile bazen “iğreti” gelebilir. Çünkü öz benlikle dış koşullar arasındaki denge bozulmuştur.
Belki de “iğreti olmak”, insanın değişime karşı doğal direncidir. Çünkü “ait olma” arzusu, güvenli bir zemine ihtiyaç duyar; o zemin kaydığında, kişi kendini geçici hisseder.
Tartışmayı Derinleştiren Sorular
- “İğreti olmak” bir zayıflık mı, yoksa farkındalık göstergesi mi?
- Aidiyet hissetmediğimiz yerden kaçmalı mıyız, yoksa orada kalıp kendimizi mi dönüştürmeliyiz?
- Modern dünyada herkes biraz iğreti değil mi artık?
- Bir ortamda iğreti olmayı fark etmek, aslında kim olduğumuzu anlamanın bir yolu olabilir mi?
Sonuç: İğretilik Bir Uyarı, Yabancılık Değil
“İğreti oldum” demek, aslında içsel bir alarmdır. Kişi, kendine “burada olmam gerektiğinden emin miyim?” diye soruyordur. Bu yönüyle iğreti hissetmek, duygusal bir rehberlik mekanizması gibidir; doğru yerde, doğru insanlarla, doğru zamanda olup olmadığımızı sorgulatır.
Erkeklerin stratejik çözüm arayışı, kadınların empatik sezgisiyle birleştiğinde, bu his ne bastırılır ne romantize edilir. Aksine, dengeli biçimde anlaşılır. Çünkü bazen iğreti olmak, gerçekten ait olduğun yere giden ilk adımdır.
Kaynaklar:
- Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük, 2024.
- Maslow, A. H. (1943). A Theory of Human Motivation. Psychological Review.
- Sartre, J. P. (1943). Being and Nothingness.
- Kaya, F. (2022). Türkçe’de Deyimlerin Sosyopsikolojik Analizi. Ankara Üniversitesi Yayınları.
- Erdem, N. (2021). Aidiyet Duygusu ve Modern Yabancılaşma. İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Dergisi.